KANT’IN ELEŞTİREL FELSEFESİ BAĞLAMINDA YAĞIZ ÖZGEN’İN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE BİR DENEME: METADATA
Şeref Erol

 

“Sanatta şunun kadar iyi bir şey söylemek güç: Hiçbir şey söylememek.”[1]
Ludwig Wittgenstein

 

 

Bu metinsel çalışma, Yağız Özgen’in “Meta-Data” adı altında bir araya getirdiği pentür türündeki sanat çalışmalarından oluşan sergileme biçimi üzerine gerçekleştirilmiştir.

Metin öncelikle, Yağız Özgen’in en genel sanatsal kavrayışının yapısına bağlı olarak felsefi bir çözümlemeyi kimi pentürlerinin olanağında gerçekleştirmeyi deneyecektir.

Şu halde, iki ana doğrultuyu takip edecek olan bu metinsel çalışma, bu ana doğrultuların altlarına girecek kimi yan açıklamalarla kendi örgüsünü tamamlamaya yakın hale getirecektir.

Yağız Özgen, “Sanat Tanımı Topluluğu”nun gerçekleştirdiği sanat etkinliklerinin sanatı tanımlama olanağında kendini biçimlendiren sanatçılardandır.

Diğer bir deyişle, sanatın gramerinin çözümlenmesi yolu ile sanatın neliğinin gösterilmesi Yağız Özgen’in en genel ve ayrımlı sanatsal problematiğidir.

Şu halde denilebilir ki, sanatın kavramsal olarak oluşturucu öğelerine (ilkelerine) ayrıştırılmasının sanat olarak gösterilmesi, kimi sanat toplulukları ya da sanatçılar gibi, Yağız Özgen’in de sanat yaklaşımında içerilmektedir.

Öyleyse, Yağız Özgen’in sanat çalışmaları sanata çözümsel yaklaşmak bakımından bir tarafı ile biçimseldir denilebilir; ancak, bu kısa kestirimli yargı bizi yanıltacaktır. Biçimsel yapılar özü gereği temsil etmeyen, kendi dışında başka bir şeyi göstermeyen (anlamsız) yapılardır.

Ne var ki, Özgen’in pentürlerinin bu bağlamda salt biçimsel oldukları söylenemez; aksine çalışmalarında “biçimsellik” sorunsal halinde ortaya konulmaktadır.
Diğer bir deyişle, Özgen’in çalışmalarında “biçim nedir” sorusunun temsiliyetini bulabiliriz.

Pentürler, biçimin doğasının temsili olarak görülse de, gösterilen biçim, mevcut olanın kendine göndergeli yapısının dışına çıkamayacağını temsil etmesinden dolayı, elimizde biçimsel yapının dışında başka bir olanağın bulunmadığını ifade etmektedir.

Başka bir şekilde ifade edilirse, tek gerçekleştirdiğimiz, dilin kendini dil olarak kodlamasıdır. Yani, dilin olguları gösterebildiğini ifade eden önermeler yine dil hakkındadır.

Böyle bir yapıyı takip edebilmek için öncelikle “meta-data” kavramının oluşturduğu sorunsal kısaca ifade edilmelidir.
Meta-data (üst-veri), belli bir veriler grubunun üzerine oluşturulan enformasyonlar (bilişi) bütünüdür; o halde kendileri de bu bağlamda veri olarak kabul edilmelidir.

Daha açık bir ifade ile, ilkece veriler, belli bir kaynağın olanağında gerçekleşen, o kaynak hakkında, belli bir zihne bilgi taşıyan girdiler olmanın yanı sıra, kendileri üzerinden başka verilerin oluşturulabileceği veri nedenleri, yani kaynakları haline gelebilme olanağına da sahiptirler. Bu bakımdan veriler, birer olgu olarak, başka veriler tarafından temsil edilebilirler. Bu akıl yürütme şu şekilde yalınlaştırılabilir:

  • Veri kaynakları tüm varlıklardır.
  • Veriler de birer varlıktır.
    O halde,
  • Veriler de veri kaynaklarıdır.

Şu halde sorulabilir ki, veriler hakkında elde edilen veriler (meta-datalar) temsil ettikleri verileri kaynak haline getiriyorlarsa ilk verilerin ne olduğunu (böylece ilk kaynakların, yani bilgilerimizin ne hakkında olduğunu) nasıl bilebiliriz?
Pratik hayatımızın olanağıyla, karmaşık olanın içinde (deneyimlendiği kabul edilen olgusal dünya) onu doğrudan temsil eden bir dile sahip olduğumuzu iddia etsek de, bu iddiamızın kanıtı olacak aksiyomları keşfetme olanağımız bulunmamaktadır.
Immanuel Kant’ın, evrenin tüm düzeninin bilgimize göre tarafımızdan biçimlendirildiği yönündeki felsefi görüşünü açmak, bu akıl yürütme sürecini anlamak bakımından gereklidir.

Kant’a göre, aklımızın saf yargıları olan zaman ve mekân kategorileri, dış dünya gerçeği olarak kabul ettiğimiz numenlerde, yani duyu-verilerinin (sense-data) nedeni olan kaynaklarda bulunmamaktadır; onlara bizzat aklımız tarafından yüklenmektedir.

Biz, evrene zaman ve mekân gözlüğünden bakmak zorunda olduğumuz için, her şey bize zamana ve mekâna göre düzen almış veriler olarak gelmektedir. Bu yapı, olguları ya da Kant’ın ifade ettiği gibi numenleri aklın kategorileştirmesi, yani düzenlemesidir. Eğer akıl tarafından kategorik düzene uğratılmamış haliyle dış dünya gerçeği deneyimi yaşayabiliyor olsaydık, matematiğin sonsuzluk kavramını içeren soyut yapısının nereden kaynaklandığının cevabını veremezdik. Çünkü, deneyi  mümkün olmayan, matematiksel sonsuzluk fikri, insan zihninde bulunmaktadır.

Kant’a göre aklımız, aklın saf yargıları olan mekânın sonsuzluk yargısından geometrinin sonsuzluğunu, zamanın sonsuzluk yargısından ise aritmetiğin sonsuzluğunu sentezlemektedir. Böylece, Kant’a göre, dış dünya deneyiminde mümkün olmayan (a priori olan), sadece aklın olanağında oluşturulan (sentetik) bir yapı olarak matematik (aritmetik ve geometri) sentetik a priori bir yargıdır ve tüm deneyimlerimizin koşullarını  meydana getirir.
O halde, denilebilir ki, numenlerin kaynaklık ettiği veriler aklın zaman ve mekân süzgecinden matematikselleşerek geçerler ve bu düzenle evrenimizi, yani fenomenleri oluştururlar.

Fenomenlerin dışında başka bir gerçekliği duyumsamamızın imkânsız olduğu yargısı ile şu sorular sorulabilir: Bilgimizin kaynakları numenler, sonuçları fenomenler ise, veriler olarak kabul edilmesi gereken şeyler nelerdir? Yalnızca numenlerden aklın ilk yargılarına gelenler midir, yoksa bu yargılardan geçtikten sonra, bilgimizi oluşturan bilincimiz tarafından alımlananlar mıdır?

Kant’a göre, veriler, elbette numenlerden gelmektedir ama bilgimizin kaynakları, aklımızın bu numenler dünyasından gelenlere düzen getirici bir şekilde giydirdikleridir. Diğer bir deyişle, bilgimize veriler, aklımızın saf görülerinden gelmektedir ve fenomenlerin deneyiminin çözümlenmesi sonucu bilinebilecek olanlar yine onlardır. Yani aklın saf yasalarıdır. İşte, bu akıl yürütme, salt aynı biçimin içinde olduğumuzun ifadesidir. Bu çıkarımı açacak olursak:

Numenlerden gelenler, saf aklın bilgileri olarak, saf matematik (sayılar ve geometri olanağında zaman ve mekân düzeni) ve saf doğa bilgisinin (nedensellik) olanağında düzenlenerek (böylece değişmiş olarak) elde edilirler ve bu nedenle bilgimiz numenler hakkında değil, kendi bilgi edinme koşullarımız hakkındadır, bu da fenomenlerin deneyimi olanağında gerçekleşmektedir.

Elbette bilginin ilk kaynağı deneydir. Ancak, deneyi mümkün olan şey (fenomen) aklın filtresinin düzen getirmesiyle oluşandır. Numenlerden gelen duyu-verileri aklın düzeni içinde birbirleriyle ilişkiye sokularak bilimin konusu haline gelebilecek olan algıya dönüşürler.

Şu halde, ancak ve ancak akıl tarafından belli bir düzene sokulmuş olanın bilimini yapabiliriz. Böylece, değişmeden aynı kalan olarak bilebileceklerimiz aklımızın aşkınsal yasalarıdır.

Diğer bir deyişle, Kant’a göre biz kendi epistememiz içinde kalmaktayız; bilgimiz dış dünya hakikatini göstermez, aklımızın tutarlı bir düzen ilişkisi içinde kurguladıkları yoluyla aklın yapısını gösterir.

O halde, varlık-kuramsal (ontolojik) bir bilgi kuramayız; varlık hakkında (onto) bildirimde bulunduğumuzu düşündüğümüz her seferinde kendi epistemolojik yapımızın içinde kalırız. Ancak, içinde kaldığımız epistemolojik yapının kendisi de, epistemelerimizin hakkında olduğu şeyler kadar ontolojiktir. Kant’ın, aklın epistemik zorunluluğunu, onun (aklın) ontolojisi olarak gösterdiği söylenebilir. Diğer bir deyişle, tüm bu analitik metotla ortaya konanlar aklın ontolojik yapısı olarak da kabul edilmelidir. Böylece, Kant’ın akıl hakkında “episte-ontik” bir yapı inşa ettiği söylenebilir. Salt epistemolojik bir çözümleme için Kant’ın etkisi üzerinden Frege, Russell, Wittgenstein ve Viyana çevresinin çalışmalarının beklenmesi gerekmektedir.
Buraya kadar ifade edilenlerden çıkarsanabilecek olanların bağlamında denilebilir ki:

  • Numenlerden gelen duyu-verileri (sense-data) edilgindir, verilerin nedeni olan şeylerin niteliklerini olduğu gibi (dolaysız) zihnimize taşıyamazlar.
  • Aklın saf bilgileri yoluyla (matematiksel ve mantıksal) düzene sokularak algımızı oluştururlar.
  • Akıl tarafından düzenlenmiş olan algılarımızdan, ancak bu düzen ilişkisi bilgi olarak çıkarsanabilir.
  • Başlangıçta, algıladıklarımız kendinde-şeyin olanağından kaynaklı olsalar da veriler (algı içerikleri olarak duyumsadıklarımız) kendinde şeyleri değil, aklın düzenini temsil ederler.
  • Akıl yoluyla düzenlenmiş, bilgimizin nedenleri olan verilerin kaynakları olarak kendinde-şeylerde de (numen) bu düzenin olması gerekmez.
  • O halde, temsil ettikleri bakımından, verilerin bir dil olarak çözümlenmesi sonucu kendinde-şeylerin değil ancak aklın yapısının gösterildiği kabul edilmelidir.

Böylece, denilebilir ki, numenlerden kaynaklanan duyu-verileri algımıza öncedir; ancak, akılsal yasalarla değişmeden algı içeriğimizi oluşturamazlar; diğer bir deyişle, numenler asla bilinemezler.

Duyu-verileri ile karşılaştırıldığında algı içerikleri diğer sentetik yargılarımızın yani bilgimizin oluşmasında kullandığımız verilerdir; bilebileceğimiz kaynakları ise onları bize sunan aklın yasalarıdır.

O halde, duyumsadıklarımız (fenomenler) aklımızla tasarlanmış olan ve aklın bize sunduğu dilsel bir dünyadır denilebilir.
Tüm bu ifade edilenleri şemalaştırarak örneklemek gerekir ise: Aklımızın bir tür mobilya üretimi yapan fabrika olduğunu varsayalım; fabrikanın dışında da kayın ağaçlarından oluşan bir orman (numenler dünyası) var olsun. Şimdi, bu orman hakkında hiçbir doğrudan bilgisi olmayan fabrikanın (aklımızın) tam da giriş kısmının bir dönüştürücü atölye (aklın saf yargıları) olduğunu düşünelim. Dışarıdan gelecek olan tüm hammaddelerin (numenlerden gelen verilerin) bu dönüştürücü atölyenin olanağında biçimlendirilerek içeriye ancak ve ancak kereste (zaman, mekân ve nedensellik düzenine uygun hale getirilmiş) olarak girebildiğini düşünelim.

Fabrikanın, ilk veriler olan kabaca kesilmiş kayın ağaçlarının ne olduğunu bilmesi olanaksızdır. Ayrıca, bu ağaçların kendinde-şey olarak, kendi doğalarındaki hallerini de bilmesi olanaksızdır. Fabrikanın, hakkında bilgisi olduğu tek şey kerestelerdir; ne var ki kendi doğasında bir kayın ağacının varlıksal bütünlüğü kerestede bulunmamaktadır; ağacın suyla, güneşle, toprakla, mevsimlerle olan bütünleşik ilişkisi, büyümesi, tohum vermesi, vs. gibi… Kereste ise, kendisinden sandalye, masa gibi bireysel deneyimlerin (sentetik – a posteriori deneyimler) türetileceği bilginin kaynağının temsiliyetini taşıyan veriler gibidir. Elbette, kerestenin eğilip bükülebilir olması, yani şekillendirilmesi gibi kimi özellikleri, kayın ağacının (numenin) doğasından gelmektedir; ne var ki, belirtildiği gibi, bu özellikler kayın ağacının bütünleşik varlıksal doğasını tarif etmez.

“Kayın ağacı = şekillendirilen varlık” önermesi doğru olsaydı, önermenin totolojik yapısı gereği  “şekillendirilen varlık = kayın ağacı” önermesi de doğru olmalıydı. Ancak, tüm şekillendirilen varlıklar kayın ağacı değildir ve şekillendirilebilme, kayın ağacının yalnızca bir niteliğidir, onu tümleyen olguların bütünü değildir.

Şimdi, bu durumda, karmaşık deneyimlerimizi oluşturan masalar, sandalyeler, vs. dünyasını (fenomenler dünyasını) bilim ve felsefe yolu ile çözümlediğimizde elimize geçen değişmezlerin aklın yasalarının gösterilmesi olduğunu kaçınılmaz olarak kabul edeceğiz (zamansal, mekânsal ve nedensel ilişkilere bağlı matematiksel, mantıksal yasalar).

Bu örnekten hem Russell’ın hem de Alfred Jules Ayer’ın nesne tanımının Kantçı temellere dayandığı görülebilir: Ayer’a göre nesne, duyu verilerinden örülü mantıksal yapıdır.[2] Duyu verileri değişkenler olarak türlü nesnelerin bireyselliklerini oluşturuyorken, o nesneyi belirli bir düzen ilişkisi içinde (biçim olarak) bize sunan ise mantığın yani aklın bağıntısal yasalarıdır. Russell’a göre ise, “elimizde evirip çevirdiğimiz şu nesne nedensel ilişkilerle birbirine bağlanmış olaylar dizisidir.”[3] Bu tanıma göre, “nedensellik ilişkileri” yoluyla aklın yasalarının olay parçalarına düzen verdiği söylenmektedir. Nesneyi oluşturan değişkenleri olaylar dizisi (belirli bir sürede başlayıp biten olarak) olarak ifade ederken ise nesnenin tanımında zamanı içeri almaktadır. Böylece nesne, üç mekânsal, bir de zamansal boyuta sahip olan ve nedensellik yoluyla olayların akıl tarafından birbirleriyle ilişkilendirildiği fenomenolojik olarak deneylenebilen haline gelmektedir.
Kant’ın oluşturduğu bu felsefi dizge, peşi sıra Kant takipçileri tarafından analitik felsefenin (dil çözümlemeci felsefe) oluşturulmasına olanak sağlamaktadır.
Bu olanak, dilin mantıksal yapısının bilgimize önce olduğu ve tüm evrenin, eğer orada insan varsa, mantıksal düzene uymak zorunda olduğunun en genel kabulünü ortaya koymaktadır.

Gottlob Frege’nin “Aritmetiğin Temelleri” adlı çalışmasının Türkçe çevirisine yazmış olduğu giriş metninde Bülent Gözkan, mantığın a priori olma durumunu şöyle özetler: “Dilimizin mantıksal bir yapısı var. Ve bu yapı, dünya hakkında bir bildirimde bulunduğumuzda kendi yapısını dünyaya dayatır ve biz dünyayı ancak bu dayatma üzerinden bilebiliriz. Öyleyse, dünya hakkındaki bilgimize dair olan her şey, zorunlu olarak dilin kendi mantığından gelen öğeleri de içinde taşır. Yani dünya hakkında kendinde bir gerçekliği değil, dilin kendi mantığının dünyaya yüklediği öğelerle ortaya çıkan bir gerçekliği bilebiliriz.”[4]
Bülent Gözkan’ın da ifadesiyle “Transandantal mantık, temsil edilme ilişkisinin a priori tarafını araştırmaktadır”.[5]
Kant’ın olanağında gelişme gösteren bu düşünce anlayışı, Wittgenstein’ın “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” önermesine kadar evrilen analitik felsefe geleneğini olgunlaştırmıştır.

Böylesi bir evren algısı için diyebiliriz ki, dilin temsil ettiği dış dünya yine dilin kendisidir (dilin oluşturduğudur). Dil eğer kendi gerçekliğini dış dünya ile sunuyorsa temsil ilişkisi genelgeçer olarak düşündüğümüzün tersine evrilmiştir. Temsil eden, zihnin dışındaki bir kaynaktan olanı zihinlere sunmaktan çok, zihinde olanı o dış dünyaya giydiren aklın a priori yargılarıdır.
Bu durumda, veriler, zihin tarafından şekillenerek deneyi mümkün olanlardan (duyumsananlardan) elde edilenler sayesinde zihne yine kendi yapılarını sunarlar.
Bu çözümlemenin gösterdiği, bizi kuşatan evren ve ondan edinebildiklerimiz hakkındaki yapının tamamen biçimsel, analitik olduğunun zorunluluğudur. Anlam ve anlamlandırma, bu yapının işleyişinin bir parçası değildir.
Yağız Özgen’in çalışmaları için, ” Pentürler, biçimin doğasının temsili olarak görülse de, gösterilen biçim, mevcut olanın kendine göndergeli yapısının dışına çıkamayacağını temsil etmesinden dolayı, elimizde biçimsel yapının dışında başka bir olanağın bulunmadığını ifade etmektedir” demiştik (s. 3). O halde, Kantçı dünya görüşünün sonucu olduğunu kabul ettiğimiz bakış açısının böylesi bir sanat yaklaşımına eşlemesini şu şekilde yalınlaştırabiliriz:

  • Bilebileceklerim, “saf aklımın duyumsama koşulları” yoluyla elde ettiklerimden çıkarsayacağım, yine “saf aklımın duyumsama koşulları (s.a.d.k.)”dır.
  • Daha açık ifade ile, kendi içine döngülü bu yapı, aracı olarak, kimi duyu-verilerini “s.a.d.k.” yolu ile algı içeriğine dönüştürerek duyumsar ve oradan tekrar çözümleme yolu ile “bilgi”  adı altında “s.a.d.k.”nı elde eder.
  • Bu şematik yapı insan etkinliğinin tüm olanağını tarif eder. Bu etkinlik, aklın olanağında belirli bir düzen içinde duyumsanan evrendeki değişkenlerin basitleştirilmesiyle bağıntısal düzenin (biçimsel yapı) apaçık görülmesidir.
  • Sanat, bilim ve felsefe etkinliği, en temelde insan etkinliğinin disiplinlere dönüşmüş halleridir.
  • O halde, sanatın amacı da, gösterebildiği kimi değişkenleri kullanarak (malzemeler, teknikler vs.) o değişkenlerin olanağında bağıntısal yapının (biçimsel olanın) duyumsanabilme problematiğinin ortaya konulmasıdır.
  • Bu durumda sanat, etkinlik olarak salt zihinsel bir kavrayıştır, denilebilir.

O halde, Wittgenstein’ın “Sanatta şunun kadar iyi bir şey söylemek güç: Hiçbir şey söylememek” ifadesi bu içerilmeler noktasında şöyle açımlanabilir:  Sanatın, duyumsanabilmesi için gösterisel tarzda bir etkinlik gerçekleştirilmesi zorunluluktur. Ortaya çıkan etkinlik, ne ile duyumsatıldığından çok (anlamlandırma, anlam ve anlam katmanları), duyumsananların ne olduğuyla (biçim) ilgili olmalıdır.
Böylece, sanatın, anlamlandıran zihinden ayrı olarak, anlamsız yani biçimsel olduğu söylenmelidir. Ne var ki bir şey göstermek, gösteren şey yeter-neden ölçüsünde azaltılmış olsa da, bir şey söylemektir ve dilin yapısından çok temsil gücünü çağrıştırır. Gösterenler her ne kadar azaltılsa da hep bir gösterileni gösterdiklerinden “Hiçbir şey söylememek” sanat için güçtür. Mutlaka bir anlamlandırma ilişkisi ile karşılanacaktır; biçimsel yapının zorunlu anlamsızlığı askıya alınacaktır. Bu yaklaşımı daha iyi kavramak için Nagel ve Newman’ın “Gödel Kanıtlaması” adlı çalışmalarının gözden geçirilmiş baskısının editörlüğünü yapan Douglas R. Hofstadter’ın biçimsel yapı ve anlam arasındaki ilişki ile ilgili kurduğu benzeşimi incelemek açıklayıcı olacaktır:

“Arabanıza bir hayvan adı verebilirsiniz, hatta onu bir canlı olarak düşünebilirsiniz; ancak araba nasıl işliyorsa, arabanın adı ve varsayılan ‘ruhu’ olsun veya olmasın yine öyle işlemeye devam edecektir. Önemli olan onu yürüten mekanik yapıdır. Arabanın adı veya ruhu her ne kadar sizin onunla daha sıcak bir bağ kurmanıza yardımcı olsa da, mekanik yapısı üzerinde bir etki yaratmaz. Sevilen arabalar için durum ne ise, biçimsel hesaplar için de odur”.[6]

Araba benzeşiminin gösterdiği şey, işleyişiyle hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen anlamlandırmanın ona, yani arabanın işleyişine yüklediği anlamlarla gerçekleştiğidir. Ancak, bu örnek olanağında, daha da ileriye gidilerek denilebilir ki: Arabanın işleyişini sağlayan parçaların (motor, karbüratör, diferansiyel kutusu, krank mili, vs.) o işleyiş ile hiçbir ilgisi yoktur. Arabanın eskiyen herhangi bir parçası uygun olan bir diğeriyle değiştirildiğinde işleyişinin sürekliliğinin sağlandığının bilinmesi, işleyişin değişen parçanın bireyselliğiyle değil, sadece işleviyle ilgili olduğunu açıkça göstermektedir. Bu sonuç Arda Denkel’in “Nesne ve Doğası” adlı çalışmasının “özdeşlik” sorunu hakkındaki incelemelerinden çıkarsanabilir. [7]

Böylece, işleyişin (biçimsel yapının) uygulama örneklerinden de ayrı olarak kendi dışında başka bir şey olmadığı gösterildi. Her bir otomobil bireyi, belirli bir otomobil işleyiş biçiminin uygulama örneğidir. Bağıntısal bir yapı olan işleyiş, duyumsanabilme olanağını bazı bireysel varlıkların kendi yapılarına uygun düzenlenmesinde bulacağından, bütün bireysel varlıklar yalnızca belirli bir işleyişin olanağında zihinlere anlamlı gelecektir. İşleyişin kendisi aslında anlamlı değildir, ama onun üzerinde gerçekleştiği şeylerden işleyişin kendisi çıkarsanacağından, o şeyler anlamlı olacaktır. Böylece, işleyişin biçimsel yapısının zihinsel bir kavrayış olduğu gerçeği yadsınarak, işleyişin, üzerlerine uygulandığı tek tek bireylerin yapısı olduğu sanılacaktır. Görülenler biçimin doğasını örtecektir.
Bu ifade edilenler bağlamında, işleyişin, yani biçimin üzerini örten gösterisel (duyusal) şeylerin biçimi sunmanın zorunluluğu olduğu söylenebilir. Biçimi sunmak, onu temsil etmek demektir; aynı zamanda da onu gizlemektir. Bu sorunsal, sanat çalışmalarının pratik yapısının zorunluluğudur. Özgen’in bu düzeydeki sanatsal farkındalığı, çalışmalarının ilineksel unsurlarını basitleştirmeye gitmesinin temel nedenlerindendir. Bir kavrayışın sanat ile gösterilmesinin yeterli koşullarının ötesine gitmeden, olabileceği ölçüde, yani gereğinden fazla bir şey söylememeye çalışarak, bizi salt biçimselin doğasıyla karşılaştırdığı söylenebilir.
İfade edilenlerin olanağında Özgen’in sanat yaklaşımına pentür türünden çalışmalarını gözeterek bakacak olursak aşağıdakiler çıkarsanabilir:

Çalışmalarda öncelikle, yapay zeka tarafından sayısallaştırma (dijitalleştirme) sonucu elde edilmiş renk alanlarından oluşan görüntülerin (sayısal-görüntü) Özgen tarafından tekrardan pentüre aktarılarak veriye dönüştürüldüğünü görmekteyiz. Bu ifadeye, sayısal ortamda yeniden biçimlendirilerek elde edilen ve pentüre aktarılan renk alanlarının, yani sayısal görüntülerin sanat tarihinden seçilmiş olduğunu eklemeliyiz. Bu türden bir yöntem, çalışmaları iki ayrı noktadan çözümlemeye olanak sağlamaktadır:

a- Sanat tarihinden bazı çalışmaların veriler olarak seçilmesi ve bu sayede yeni sanat çalışmaları gerçekleştirilmesi sonucu, Özgen’in de ifade ettiği gibi, dilsel bir alan olarak sanatın kendine göndergeli, döngüsel yapısı ortaya konulmaktadır ve bu bakımdan çalışmanın nesnesi yine sanat yapıtı olmaktadır. Diğer bir deyişle, Kant’a göre, aklın bilgiyi oluşturma yasalarının gösterilmesi dışında fenomenlerden numenlere gidemiyor olduğumuz gibi, Özgen’in çalışmalarında da, sanat ancak sanatın yapısal ilişkilerinin çözümlenmesiyle mümkün olmaktadır; sanat, sanatın kendini çözümlemesi olarak salt kendine göndergeli bir etkinliktir. Çalışmalar bu bağlamda, dilin temsiliyetinin sadece kendini temsil edebilmesi, yani gerçekliğe gönderme yapamamasından dolayı, temsilin varlığını sorunsallaştıran bir kavrayışın dil çözümlemesini gösterir.

b- Sayısallaştırma dilin zorunluluğudur; yani, sadece belirli bir teknolojik unsur olarak kullandığımız yapay zekaya ait değildir; aklın olguları dil ile temsil etmesi tam anlamıyla sayısallaştırmadır. Olgunun değişkenliği süreklilik arz ederken (kesikliksiz geçiş), onun zihnimize olan yansıması (kavramlaştırma) kesiklilik arz etmektedir; diğer bir deyişle sayısaldır. Bu bağlamda aklın sadece sürekli olan şeyleri (tüm varlıklar)sayısallaştırdığı kabul edilirse Özgen’in çalışmaları için veriler olarak kullandığı kimi sayısal görüntülerin (kesikli yapılar) pentür haline geldiklerinde kesiksiz olan yanlarının da gösterilmiş olduğu söylenebilir. Diğer bir deyişle, sayısallaştırılan (dilsel kodlamaya çevrilen) olgusal yapı, süreklilikten (olgu olmak bağlamında) kesikliliğe (dilin kodu olmak bakımından) dönüşürken, varlık alanında kazandığı mevcudiyetten dolayı aynı zamanda bir kendinde-varlık olarak da sürekliliğe sahiptir (olgudur). Öyleyse, sayısal olan bir olgunun temsili olmak bakımından o olguya göre kesikli (süreksiz) varlık iken, varlık olmaktan dolayı da sürekli olanlardan biridir. Ve sorulabilir ki, herhangi bir olgu durumu (sürekli olan), başka bir olgu durumunun sayısal verisi (kesikli olanı) mıdır? İlk olgulara ya da hatta olguların kökenlerine, nesnelere ulaşılabilinir mi?

Özgen’in çalışmaları, bu bağlamları sorunsallaştırma olanağında bir kavrayışın sanat olarak gösterilmesidir.

[1]Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer, Metis Yayınları, 2011, s. 146
[2]Alfred Jules Ayer; Dil, Doğruluk ve Mantık, Metis Yayınları, 1984, s. 41
[3]Sanat Tanımı Topluluğu çalışmalarında Bertrand Russell’ın nesne tanımındaki ifadelerinden çıkarsanmıştır.
[4]Gottlob Frege, Aritmetiğin Temelleri: Sayı Kavramı Üzerine Mantıksal – Matematiksel Bir İnceleme, Yapı Kredi Yayınları, 2008, s. 15
[5]Bülent Gözkan’ın IV. Mantık Çalıştayı’nda gerçekleştirdiği sunumdan alınmıştır. Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=DetMyj4X_sM
[6]Ernest Nagel ve James R. Newman , Gödel Kanıtlaması, Boğaziçi Üniversitesi  Yayınevi, 2008, s. 54
[7]Arda Denkel , Nesne Ve Doğası, Doruk Yayımcılık, 2008

Devamını oku...